İzmir’e bahşedilen lütuf: Kızlarağası Hanı

İzmir’e bahşedilen lütuf: Kızlarağası Hanı

Adına en uygun işlerle esnafın çalışmaya devam ettiği Şekerciler Çarşısı’ndan geçerek Kızlarağası Han’a doğru dümen kırdım. Aslında yelken açtım desem de olurdu. Çünkü gerçekten çarşının zaten dar olan ana caddesinde ortaya sıralanmış işporta tezgâhlarının yarattığı sıkışıklık bir yana, mal satmaya çalışan çığırtkanların arasından sıyrılır sıyrılmaz derin bir nefes almıştım. Hatta denizden esen meltemi hisseder gibi olmuş, ferahlamıştım. Bir bu nedenle, yani melteme yelkenlerimi açmış gider gibi olduğum için ”Kızlarağası Hanı’na dümen kırmıştım.” dedim, bir de ilk yapıldığında bu hanın tam denizin kıyısında olduğunu biliyordum, onu vurgulamak için söyledim. Hana mal getiren koca ahşap tekneler melteme yelken verip dümen tutarak iç liman ağzından girer, demir atmadan palamarlarını hanın önündeki babalara bağlardı. Bugün arabalar ile motosikletlerin gelip geçtiği yerde deniz vardı ve ben o denizde süzülür gibi Kemeraltı’nın en sakin limanlarından birine Kızlarağası Hanı’na doğru gitmekteydim.
Kızlarağası Hanı, çarşı içinde restorasyonu tamamlanarak yeni işlev kazandırılmış tarihi mekân olarak örnek gösteriliyor. 1650-70 yılları arasında iç limanın bir kısmı doldurularak kazanılan bölgeye bugünkü çarşı kurulduktan yetmiş yıl kadar sonra, 1744’te Kızlarağası Hanı yapılmış. Hana adını veren Kızlarağası Beşir Ağa’nın oldukça ilginç bir hayat hikâyesi var. Köle olarak sarayda başlayan macerası, Kızalarağası unvanını alarak devam ediyor. Bir dönem gözden düşünce sürgün ediliyor sonra afla geri dönüyor. Aynı zamanda büyük bir tüccar olan Beşir Ağa, İstanbul, İzmir ve Şam’da kıymetli kumaş ve çuha imalatıyla uğraştığı gibi toptan ticaretini de yapan oldukça hayırsever bir kişi. Büyükşehirlerde çeşmeler, medreseler, hamamlar yaptırmaktan geri kalmıyor.
Kızlarağası Hanı, diğer uzun yol menzillerinin çoğu gibi iki katlı inşa edilmiş. Üst kat daha çok varlıklı tüccarların dinlenme ve istirahatına ayrılmış. Alt katta ise ahırlar ve hizmetlilerin konaklayacağı odalar bulunuyor. Ayrıca dükkânlar ve depolar da bu kata yerleştirilmiş. Hanın oldukça geniş avlusu müşterilerin dolaştığı, pazarlık ettiği, tüccarların buluştuğu hareketli bir mekânmış.

Değişen ekonomik koşullarla birlikte zaman içinde yapının işlevleri de farklılaşmış. Yeni oteller açıldıkça hanların müşterisi azalmış, sonunda konaklayan kalmayınca tüm odalar dükkân ve depo olarak kullanılmaya başlamış. Yüzyıllar içinde eklentilerle ve değişikliklerle günümüze kadar gelen ve boş olduğu yıllar içinde oldukça tahribat gören han, restore edildikten sonra turistik çarşı olarak kullanılmaya başlamış. İki tarafındaki bedestenlerle birlikte hanın tamamında iki yüz elli sekiz dükkân çalışıyor.
Kızlarağası Hanı ile ilgili yayınlanmış kapsamlı bir kitabı bulunan Ali Erkal, “Sadece Kızlarağası Hanı, mülk sahiplerinin gayret ve fedakarlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün anlayışı sayesinde oluşturulan iş birliği sonunda kısmen restore edilerek kısmen de rekonstrüksiyon uygulanmak suretiyle kurtarılabilmiştir.” diyor. Bugün İzmir’de bu han ve birkaç cami dışında Osmanlı döneminden kalma kayda değer başka bir eser bulunmuyor.
Oysa 19. yüzyılın başlarında Sulu Han, Fazlıoğlu Hanı, Küçük Demir Hanı, Abacıoğlu Hanı, Mirkelamoğlu Hanı, Büyük Karaosmanoğlu Hanı, Selvili Han, Yeni Han, Kadıoğlu Han, Büyük Vezir Hanı, Büyük Kuzuoğlu Hanı, Manisalıoğlu Hanı, Girit Hanı, Arap Hanı, Esir Hanı, Abdurrahman Hanı, Çakaloğlu Hanı, Musevit Hanı, Cambaz Hanı ile birlikte adları bilinen ancak kendilerinden bir iz bulunmayan yedi hanı da sayarsak çarşı hanlarının toplam sayısı otuza yakınmış.
Biraz o zamanların havasını almanın biraz da 1988’de başlayan restorasyondan önceki yıkıntı hâlini bildiğim hanın son durumunu görecek olmanın heyecanıyla Kızlarağası Hanı’na girdim. Ana kapıdan yüksek kemerli kısa bir koridorla avluya geçer geçmez devasa bir naylon perdeyle karşılaştım. Perdenin arkasındakiler, avluda oturmuş çay, kahve içiyor, nargile tokurdatıyorlardı. Çepeçevre dükkânların hepsi açıktı ve çok yoğun sayılmasa bile, belirli bir alışveriş hareketliliği izleniyordu. Burası daha çok İzmirlilerin tarihi bir ortamda sohbet ettikleri, takı, fular, küçük süs nesneleri ve hediyelik eşyalar satın aldıkları turistik bir çarşıydı. Hanın iki tarafında iki büyük bedesten vardı. Bu bedestenler, han duvarları boyunca uzanan iki taraflı dükkânlardan kurulu Çuha Bedesteni ile Cevahir Bedesteni’ydi. İki bedestenin birer uçları tıpkı hanın ana kapısı gibi ön tarafa, eskiden denizin bulunduğu yere açılıyordu, diğer uçları ise Bakır Bedesteni olarak bilinen koridora bağlanıyordu. Hanın avlusunda çepeçevre dolaşarak geniş bir kare çizdikten sonra aynı yürüyüş bedestenlerin koridorlarında da yapılıyor, böylece yüzlerce dükkânın ve tezgâhın hepsi bir resmigeçit izler gibi görülebiliyordu.
Kızlarağası Hanı’ndaki bunca renk ve ışık cümbüşü içinde ve hediyelik eşya çeşitlerinin yarattığı hayli uyarıcı ortamda dolaşırken yorgunluktan helak olanlar, mecalleri kalmışsa eğer, ikinci kata çıkıyorlar. Biraz daha sakin bir yerde, kalın taş duvarların insanın bedeniyle birlikte ruhunu da dış dünyadan ister istemez koparıp aldığı bir mekânda dolaşıyorlar. Ben de batı koridoruna girmiş uzakta gördüğüm kitapçı vitrinine doğru yürürken, önünden geçtiğim demir parmaklıklı pencereden ince bir ney sesi süzülünce olduğum yerde kaldım. İçeri baktım, genç bir öğretmenin karşısına oturmuş üç kişi ney üflüyordu. Prova bitene kadar olduğum yerde kalıp onları dinledim. Karşımda zengin bir antikacının özenle sergilediği parçaların durduğu albenili bir vitrin vardı. Çaycı elindeki askıyla demli çay gezdiriyordu. Daha doğrusu arkadaki gümüş atölyesinden verilmiş bir siparişi götürüyordu ancak, durdurup bir bardak çay almama ses çıkarmadı. Çay eşliğinde ney konseri iyi geldi.
Kemeraltı’ndaki kalabalığın ağır havasından ve bedestenlerdeki eşyaların baskıcı renklerinden sonra sadece taşlar, küçük pencerelerden sızan ışık huzmesi ve sessizlik içindeki koridorlarda dolaşmak huzur vericiydi. Araştırmacı yazar Ali Erkal, kızıyla birlikte çalıştığı küçük sahaf dükkânında bir kitabı karıştırıyordu. Kızı deneyimli bir çevirmen olan Çiğdem Hanım, masadaki bilgisayarın başında bir metinle uğraşıyordu. İzmir, kısa süre öncesine kadar çok sayıda yayınevinin ve kitapçının bulunduğu, edebiyat eserleriyle birlikte nitelikli fikir dergilerinin de yayımlandığı ülkenin kültür hayatında önemli ve saygın yeri olan merkezler arasında önemli bir yer tutuyordu. Bugün yayınevleriyle birlikte çarşıdaki kitapçı sayısı da azalmıştı.
Hanın üst katındaki “Kooperatif” tabelasının durduğu kapıdan içeri göz atınca bir idare ofisinin geniş masasında bilgisayar ve kâğıt desteleri arasında çalışan Ayşe Altunay’ı gördüm. Handaki dükkân sayısı ve çalışanlarıyla birlikte barındırdığı sabit nüfus dikkate alındığında pek de küçük sayılmayacak bir köyün toplam nüfusunu geçiyorlardı. Hanın yönetimi, kısa ve uzun vadeli ihtiyaçları, iç haberleşmesi, bakımı ve onarımı esnaf tarafından seçimle belirlenen bir yönetim tarafından sürdürülüyordu. Ayşe Altunay yönetimin tam zamanlı üyesiydi. Handaki iş yerlerinden karnını doyuran herkes, hanın duvarları arasında evinden daha çok zaman geçiriyordu. Ama yaşadığı mekânı güzelleştirmek, iş verimliliğini artırmak ve daha elverişli bir çalışma ortamı yaratmak için gayret sarf edildiğini söylemek mümkün değildi. “Hâlbuki bu mekân buna layık. Burası İzmir’e bahşedilmiş bir lütuf” diyordu Ayşe Altunay.

Rate this post

Yorum gönder