1940’LI YILLARDA ALİ AĞA CAMİİ ÇEVRESİNDE YAŞAM ( 845.SOKAK )
Aydoğan DEMİR
GİRİŞ
15 Temmuz 1937’de İzmir Konak’ta ünlü Arap Fırını yakınlarında şimdilerde olmayan bir kira evinde doğdum. Kendimi ve çevremi tanımaya başladığım 1942 yılında Ali Ağa Camisi’nin önünden geçen 845 sokak ikinci çıkmaz 34 nolu evde oturuyorduk. 1942 yılını çok iyi hatırlamamın nedeni rahmetli annemle ilgili anılarımdır. Annem, evimizin önünde bulunan sekiye oturur, büyük bir keyifle sigarasını içerdi. Arada bir, içtiği Hanımeli sigarasını yakınımızda bulunan Tatar bakkaldan ben alırdım. 25 Kasım 1942’de kardeşim Erol’un doğumunu, arkadan annemin rahatsızlandığını ve bütün çabalara rağmen 1943 yılı baharında kurtulamayarak vefat ettiğini çok iyi anımsarım.
Bir iki anıtsal bina dışında geriye bir şey kalmayan eski İzmir’i çok iyi tanımamda, babamın hemen Kemeraltı girişinde bulunan Hacı Ali Paşa Oteli ve Kıraathanesi’nin kâtibi olması önemli bir rol oynadı. 1945 yılı ortalarına kadar sık sık gittiğim Konak ve Kemeraltı’ya 1946 yılından itibaren başka semtler katıldı. Geçim şartları nedeniyle yazları ve bazen okul zamanı akşamları çeşitli işlerde çalışmak zorunda kalışım benim çevremi çok genişletti. 1950 yılına geldiğimiz zaman şimdiki Ekrem Hayri Üstündağ Kadın Hastalıkları ve Doğum Hastanesi, o günlerdeki adıyla Memleket Hastanesi, Bahri Baba Parkı, şimdilerde Etnografya Müzesi ve Kültür Müdürlüğü olarak kullanılan Piçhane, günümüzün Devlet Tiyatrosu Konak Sahnesi olan Halk Evi, şimdi yerinde yeller esen İsmet Parkı da denilen İsmet Gazinosu, görkemli Sarı Kışla ve hapishane kompleksi, o yıllarda bizlere her yaşta kapılarını açan Milli Kütüphane, Gary Tobacco Company binası, Beyler Hamamı’yla, Anadolu Gazetesi’yle, doktorlarıyla Beyler sokakları, Kemeraltı, Başdurak ve Kestelli Yokuşu en önce tanıdığım yerler oldu ki, buraları benim birinci bölgemdi. İkinci bölgemi Mezarlıkbaşı – Tilkilik, Namazgâh İki Çeşmelik Yokuşu, Tan Sineması’ndan biraz yukarı çıkıp sağa kıvrılınca başlayan Uzun Yol, Çukur Hamam ve Damlacık oluşturuyordu. Üçüncü bölgem de Konak – Heykel arasındaki Kordonboyuydu. Ben bu İzmir’i unutamadım, kentsel dönüşüm adı altında ondan koparılan her değerin yasını tuttum. Plânsız, programsız, tarihe saygısız, İzmir’in kentsel kimliğini dönüşüm adı altında beton yığınlarına döndürenleri, sadece rant peşinde koşanları yalnız benim kuşağım değil, gelecek kuşaklar da bağışlamayacaktır..
845 SOKAK VE İKİNCİ ÇIKMAZ
Biz bu sokağı her zaman Ali Camii olarak dillendirdik. Burada 2-3 katlı, cumbalı, avlulu, çoğunda küçük de olsa bir iki ağacı olan bahçeli evler vardı. Cami önünden geçen 845 sokak, elektrikle, iki çıkmaz sokak ise hava gazı ile aydınlanırdı. Havanın kararmasına yakın mahallemize gelen fenerci, bir anahtarla gazı açar, ucunda küçük bir yanıcı bulunan uzun sopasıyla feneri yakar, sabahın erken saatinde de gazı keserdi. Çıkmaz sokaklardaki evlerde 1940’lı yılların aşağı yukarı sonlarına kadar elektrik olmamakla beraber, Halkapınar suyu devamlı akardı. Herkes evlerinin önünü süpürdüğü için sokağımız tertemizdi. Haftanın bir kaç günü eşekleriyle gelen çöpçüler, tenekelerde biriktirilen çöpleri alır giderlerdi. Yazları çok bol tüketilen karpuz ve kavun kabukları çöpe atılmaz, “karpuz kabuğu var mı yok mu” diye bağıran adamlara verilirdi.
Mahallemizin sakinleri arasında, mühendis, hanım öğretmen, emekli ilkokul müdürü, kabzımal, otel kâtibi, saatçi (satıcı), demirci, mobilyacı ve caminin küçük lojmanında oturan imamı vs. vardı. Pek çok ev, kalabalık nüfuslarıyla geleneksel büyük aileleri barındırırdı. Anneannem, dedem, iki dayım, iki teyzem, dört kardeş, çoğu kere bizde kalan babamın ikizi amcam, annem, babam toplam on üç nüfusla galiba rekor bizdeydi.
O zamanki deyişle aile reisleri erkenden işe giderler, geç vakit evlerine dönerlerdi. Sokak, gündüzleri kadınlara ve çocuklara kalırdı. Evimizde karyola yalnız ebeveyn odasında olduğu için, sabahları ilk iş, iki oda ve bir sofada kurulan yer yataklarını kaldırıp yüklüğe yerleştirmekti. Arkadan zemin katta bulunan büyük odanın uzun sedirlerinin üzerlerine el iş örtülü saman yastıkları konurdu. 1940’lı yılların sonlarına kadar sokağımızdaki evler gaz lambası ve yağ kandilleriyle aydınlatıldı. Savaş yıllarında büyük bir gaz sıkıntısı vardı. Her eve sadece aydınlatma için sınırlı miktarda gaz yağı verilirdi. Böyle zamanlarda 8 mumluk gaz lambası konsolun üstünde süs olarak durur, 5 mumluk lamba ve hatta yağ kandili yakılırdı. Sabahın en önemli işlerinden biri lambayı hohlayarak bir bezle parlatmaktı. Eğer okula gitmiyorsam bu iş benim görevimdi. Evin ısınması, yemek pişirilmesi, çamaşır yıkanması ve banyo suyu için mangal ve maltız kullanılırdı. Bunlar için gerekli odun kömürü de aileler için ömür törpüsüydü. Kömür bazen karaborsaya düşer, bulunduğunda da tozlu ve kalitesiz çıkardı. Sabahları öncelikle maltız yakılır, yemek pişirilirdi. 1950 yılına doğru maltızın yerini alan Optimus Primus marka pompalı gaz ocağı bizim mutfaklarda devrim sayılır.
Yazın mahallemizde hummalı bir faaliyet göze çarpardı. Kasalarla gelen domateslerden, salça yapılırken, kurutulmak için bamya, biber ve patlıcan hazırlanırdı. Kış hazırlığı içinde önemli işlerden biri de tarhana yapımıydı. Tarhana otunun kokusu günlerce evlerden çıkmazdı. Tarhana topakları beyaz örtülere serpilir, mutlaka evde kurutulurdu. Tarhana topakları kuruyunca elde ovulur, irmik kıvamına gelince bez torbalar içine konurdu. Tarhanadan sonra mutlaka makarna ve kuskus yapılır, rutubetsiz bir yerde saklanmalarına özen gösterilirdi.
Savaş yıllarında bazı gıda maddeleri karneye bağlanırken bazıları da karaborsaya düşerdi. Kolayca ulaşılamayan gıda maddelerinden biri de şekerdi, olsa bile çok pahalıydı. Bir kilo şekerin 5 lira olduğu şikâyet yollu devamlı tekrar edilirdi. O yıllarda şeker ihtiyacı, genellikle üzüm hoşafı, pekmez, çeşitli meyve pestilleri ve yine üzümden yapılan gün balı ile karşılanırdı. Özellikle kış gecelerinde mahallemizde tahinpekmez satıcıları eksik olmazdı. Tahin-pekmezcilerin arkasından, yanık sesleriyle “ekşi-tatlı boza” diye bağıran satıcılar gelirdi. Savaştan sonra tedrici de olsa şeker fiyatları düşmeye başlayınca yaz hazırlıkları listesine reçel yapımı da girdi. 1950’li yıllara kadar yemek, yere serilen örtünün üzerine konan sofrada yenirdi. Sofranın etrafına dizüstü veya tek ayak üzerine oturulur, ortaya konan büyük tabaktaki yemek hep birden kaşıklanırdı. Savaş yıllarında ekmek de karneyle satıldığı için, ekmek israfına kesinlikle izin verilmezdi. Değil bir dilim ekmek bir fırda bile ziyan edilmez, örtüye dökülen kırıntılar toplanıp yenirdi. Sofrada, en çok ekmeğe saygı duyulması konusunda küçük hikâyeler anlatılırdı. Bu nedenle uzun yıllar boyunca nadir de olsa sokakta bir ekmek parçası görsek, yerden alır, öper, başımızın üstüne götürür, yakınımızda bulunan bir duvar oyuğuna veya bir ağaç kovuğuna koyardık. Somun veya harcı denilen yuvarlak ekmekler buğday arpa, yulaf, çavdar ve bir söylentiye göre de süpürge tohumu içerdiği için kahverengiye yakındı. 1950 seçimlerinde Demokratların en çok istismar ettikleri konuların başında şeker ve bu harcı ekmekler geliyordu. Şimdi düşünüyorum da İsmet Paşa’ya çok haksızlık yapılmış. Savaş yıllarıydı, Avrupa’da kentlerin üzerlerine binlerce ton bomba atılıyordu. Türkiye ağır baskı altındaydı, anlayış gösterilmesi lâzımdı. Şimdi, İsmet Paşa’nın bizlere yedirdiği söylenen harcı türü ekmekler, süpermarketlerin başköşesinde has ekmeklerin dört fiyatına satılmaktadır. Savaşın sonlarına doğru bazı fırınlara has ekmek (francala) çıkarma izni verildi. Bu fırınlardan biri de Başdurak’da, Kestelli yokuşunun başındaki fırındı. Önünden geçerken ekmekler albenileriyle, kokularıyla iştahımızı kabartırdı. O yıllarda buzdolabı vardı, fakat bizim sokak sakinlerinin henüz hayallerinde bile yoktu. Eğer yemek ertesi güne kalmışsa ilk iş onu kaynatmak olurdu. Zamanla evlere ipe bağlanmış küçük buz kalıpları gelirdi. Bizim evde buz, daha çok limonatada, ayranda ve babamla eniştemin rakı bardaklarında kullanılırdı. Su, serinletici özelliği olduğu için testiye konur, ağzı da kokusu sinsin diye taze çam kozalağı ile kapatılırdı. Su içtiğimiz maşrapanın yerini çok uzun yıllar sonra cam bardaklar aldı. Camın kıymetini şu örnekle belirtmek isterim: Cam şişeler kesinlikle çöpe atılmazdı. Her türlü şişe satın alınırdı. En ilginci de arada bir mahallemize gelen bir adam, ince meşin gibi ipi şişeye bir defa dolar, ipin bir ucunu sokak kapısına, diğer ucunu beline tutturur ve şişeyi ileri geri çekerek aynı yerden sürtünmeyi gerçekleştirirdi. Belli bir süre sonra şişe suya sokulur sokulmaz çat diye ikiye ayrılırdı. Usta bundan sonra bardak olacak kısmın çapaklarını temizler, zımparalar işini tamamlardı. Bu şekilde elde edilen su bardakları evlerde uzun müddet kullanıldı.
Büyüklerimizin yemekten sonra en büyük keyfi kahve içmekti. Cezvenin mangala sürülüşü, kahvenin karıştırılması, köpüklenmesi, köpüklerin fincanlara taksim edilmesi, kaynayan kahvenin fincanlara dökülmesi törensel bir görünüm kazanırdı. Sanırım, komşuların birbirinden en rahat istedikleri şey, bir bardak şeker ve bir fincan çekilmiş kahveydi. O zamanlar çiğ kahve çekirdekleri dolap denilen özel bir tavada kavrulur, el değirmeninde öğütülürdü. Ve bir gün geldi, kahvenin de keyfi kaçtı. Mis gibi kokan kahve de karneye bağlandı ve karaborsaya düştü. Binbir güçlükle temin edilebilen bir miktar kahvenin içine kavrulmuş nohut kondu. O da olmadı, sırf nohuttan kahve yapılıp içildi.
Kış gelmeden önce ve kış boyunca yün örmek hanımların en önemli uğraşısıydı. Savaş yıllarında şimdilerde olduğu gibi yumak – yumak yün bulmak imkânsızdı. Ben bazı evlerde elde yün eğrildiğini, bunların kazanlarda boyanıp kazak yapıldığını bilirim. Eğer çarşıdan yün alınabilmişse, annelerin yardımına çocuklar koşar, çocukların iki kolu arasına yerleştirilen çileler yumak haline getirilirdi. Şimdilerde örgü işleri, bir ihtiyacın ucuza karşılanması yanında daha değişik bir şeyler giyinmek için yapılmaktadır. Hâlbuki o yıllarda çocukları da büyükleri de korumanın tek yolu yün kazaklar, ceketler, pantolonlar ve çoraplar örmekten geçiyordu. Hiç unutmam, ilkokulda el işi dersinde haftalarca çorap tamiri ve örgü örme dersleri görmüştük. Öyle ki, çorabın topuk tamiri için özel yapılmış yumurta tabir edilen beyzi parlak taşlarımız bile vardı. Doğru dürüst kumaş bulmak da zordu. Yünlü kumaş, hatta iç çamaşırı ve okul önlüklerinin yapıldığı Amerikan bezi bile vesikaya tabiydi. Bunların da en güzel tanığı o yıllarda kullandığımız nüfus cüzdanlarıdır. Amerikan bezlerini ağartmak için önce kireç kaymağı suyuna yatırılır veya çamaşır sodasıyla kaynatılır, önlük yapılacak olanlar siyaha boyanırdı. Ceketler ters yüz edilir, çift yaka ile alınan gömleklere gerektiğinde üçüncü bir yaka daha diktirilirdi. Kışın dahi çocukların çoğuna kısa pantolon, uzun siyah çorap giydirilirdi. Çoraplar da defalarca yamanır, artık dikiş tutmayınca altlarına taban geçirilirdi. Hanımların muslin ve 1950’li yıllara doğru moda olmaya başlayan naylon çorapları da kaçtığı zaman Beyler sokağındaki çorap çekenlere götürülürdü. Hanımlar gündelik hayatlarında, yazın japone kollu basma, kışın uzun kollu pazen elbiseler giyerler, bir mantoyu 10-15 yıl giymekle öğünürlerdi. Savaştan sonra kumaş alım satımı serbest kalınca mahallemize bir seyyar kumaş satıcısı gelmeye başladı. Genç bir Yahudi yüklendiği koca bohçasıyla bizim evin önüne gelir, sekide her türden kumaşını sergilerdi. Sokağın bütün hanımları sıkı pazarlıklarla, haftalık çok küçük taksitlerle aldıkları kumaşlarla evlerine dönerdi. Bu girişimci Yahudi, uzun müddet mahalleye geldikten sonra kayboldu. Mimar Kemalettin’de küçük bir manifatura dükkânı açtığını ve eski müşterilerini buraya çektiğini duyardım. Alınan kumaşların dikimi için terzi aranmaz, terzi ayağınıza gelirdi. Gündelikçi tabir edilen terzi hanım,el makinesiyle gelir, yemek molası hariç evdeki hanımların da yardımıyla 2-3 elbise dikerdi. Galiba annelerimizin ve hatta evliliğimizin ilk yıllarında bizlerin en çok sıkıntı çektiğimiz iş ütü yapmaktı. Kömürü yak, ütüye koy, sıcaklığını ayarlamak için uğraş, kolalanmış gömleğin sararmamasına dikkat et… eziyetti. Çamaşır yıkanması daha da eziyetti. Çamaşır sodası veya küllü su, Öküz Baş marka çivit, sabun ve içinde bir insanın yıkanabileceği kadar büyük bir bakır leğen ve kazan çamaşır gününün olmazsa olmazlarıydı. Beyaz çamaşırlar mutlaka kaynatılır ve saatlerce elde ovulur, çitilenirdi. Modern yaşamın bütün nimetlerinden yararlanma imkânı elde eden rahmetli anama o günleri hatırlattığımda, çektiklerinden şikâyet etmez, “oğlum o günlerde yokluk vardı, hayat zordu amma komşuluk vardı, dostluk vardı, arkadaşlık vardı” diyerek yaşadığı günün duygusuzluğuna isyan eder, sonra da “şimdikiler de haklı, baksana bizim zamanımızda böyle miydi? Evlerin kapısı, sabah kapanıyor, akşam açılıyor, herkes işinde gücünde, çalışmayan kadın mı kaldı?” diyerek teselli arardı.
Büyük, küçük, çoğunluğun ayakkabıları, daha sağlam ve o yıllarda daha ucuz olduğu için ısmarlama yaptırılır, eskiyinceye kadar birkaç defa pençeye giderdi. Kadın ve erkek ayakkabılarının burun ve topuklarına demir, çocuk ayakkabılarına ayrıca kabara çakılırdı. Hazır ayakkabıyla Namık Kemal Lisesine başladığım 1950’li yılların başında tanıştım. Ayakkabılarımız uzun yıllar boyunca Anafartalar Caddesi’nin kuyumcular bölümünde bulunan ve bir Yahudi tarafından işletilen Birlik Kundura Mağazası’ndan alınırdı. Benim de yakın zamanlara kadar ayakkabılarımı aldığım bu mağaza, kalitesinden ödün vermediği için Kemeraltı’nı işgal eden ucuzcu ayakkabıcılarla daha fazla rekabet edemeyerek, bu yaz kepenklerini kapatmak zorunda kaldı.
Annelerimizin en büyük dertleri, şüphesiz bit ve tahtakurusuna karşı vermek zorunda kaldıkları amansız mücadeledir. Çamaşırlarımızın dikiş kıvrımlarına saklanan beyaz renkli vücut biti ile öbüründen daha küçük ve koyu renkli saç bitinin girmediği ev yoktu. Erkek çocukların yıllar boyu saçlarını uzatma şansları olmadı. Kız çocukların saçları da pek enselerinden aşağı inmezdi. Bit ile top yekûn mücadele edildiğini hatırlıyorum. Savaş yıllarında bir ara Sarı Kışlaya sığmayan askerlerden mahallemizdeki Ali Ağa Camiine yerleştirilenlerin bitlerden arınması için etüv arabası gelirdi. Çamaşırlar bu arabada buhardan geçerdi. Mahalleli de bir bohçaya koydukları çamaşırlarını etüv arabasında bitlerden temizlemeye çalışırdı. Dumlupınar ilkokulunda uzun yıllar her sabah ilk işimiz, başkasını görmemek için kafamızı alnımızdan sıraya dayardık. Sevgili öğretmenimiz, eşsiz insan Fatma Olalı (Uzel) elindeki ince bir çubukla saçlarımıza ve yaka kıvrımlarımıza bakardı. Ayak seslerinden, bazı arkadaşlarımızın temizlenmek için eve gönderildiklerini anlardık.
Yaz günleri çıkmaz sokaktaki evlerin kapıları genelde açık olurdu. Bu sayede, komşular kapı önlerinde birbirleriyle ayaküstü görüşme imkânı yaratırlardı. Akşam yemeğinden sonra herkes kapısının önüne çıkar tatlı tatlı sohbetler yaparlardı. Kış gecelerinde sık sık bir evde mangal etrafında toplanan komşular, pür dikkat anlatılan masalları dinlerdi. Anneannem ve özellikle herkesin sevgilisi Ayşe Hanım teyze, masallarıyla herkesi büyülerdi. Bu masallarda şeytanlar, devler, gulyabaniler, insan kaçıran ayılar daima başroldeydi. Bizler yani çocuklar korkumuzdan tir tir titrerdik. Çoğu kere yattığımda bu yaratıklar rüyama girmesin diye gözümü kapatmamaya çalışırdım. Geceleri gördüğüm kâbuslar nedeniyle kan ter içinde uyanır veya uyandırılırdım. O gün bugün korku filmlerinden uzak durmaya çalışırım. Bu kâbuslara konakta gördüğüm bir manzara da eklenmekte gecikmedi. Yedi yaşlarında kadardım, yanılmıyorsam babamla beraber Hacı Ali Paşa Oteli’ne gidiyorduk, Konak Meydanı’na geldiğimiz zaman yerimde donup kaldığımı hatırlıyorum. Darağacında bir adam sallanıyordu. Babam elimden kavradığı gibi Kemeraltı’na yöneldi. Bu insanlık dışı cezanın Türk Ceza Hukukundan kaldırılmasının beni ne kadar mutlu ettiğini anlatamam.
Erkeklerin nadir de olsa katıldıkları sohbetlerde savaştan, siyasetten ve hayat pahalılığından başka bir şey konuşulmazdı. Balkan ve Birinci Dünya Savaşı’ndan hayatını güçlükle kurtarmış dedem, marangozluk yapan amcam, arkadaşım Ajlan’ın babası mobilyacı Cemal Bey amca, arkadaşım Nihat’ın babası Selim Bey amca hepsi birer uzman edasıyla savaşın gidişatını tartışırlardı. Eğer o yılların gazetelerine göz atarsanız, onların neden savaş üzerinde bu kadar çok durduklarını daha iyi anlarsınız. Savaşın çocuklar için en ilginç tarafı karartma günleriydi. Çıkmaz sokağımızdaki hava gazı feneri ve 845 sokaktaki iki elektrik ampulü mavi renkle kamufle edilmiş, bütün evlerin pencereleri kalın perdelerle kaplanmıştı. Gece bekçisi en küçük ışık sızması olsa kapıyı çalar uyarırdı. Karartmaya uymayanlara para cezası verildiğini duyardık. Yaz günü kapının önündeki sekide otururken hepimizin gözü gökyüzündeydi.
Gökyüzünü birbirini keserek tarayan ışıldakların Alman uçaklarını aradığı söylenirdi. Almanya’ya krom ihracının durdurulması (Nisan 1944), bu ülkeyle ilişkinin kesilmesi (Temmuz sonu 1944), Türkiye’yi savaşın eşiğine getirmişti. Almanlar o sırada hâlâ Bulgaristan, Yunanistan ve Ege adalarında bulunuyorlardı. Her an bir Alman saldırısı bekleniyordu. O günlerde pek çok ailenin İzmir’den ayrıldığı bilinmektedir. Bir paniğe sebep olmamak için bu konudaki gazete haberleri iç sayfadan basite indirgenerek verilmiştir. Bir gece mahşeri bir kalabalığın olduğu Alsancak Garı’nda Denizli’ye giden tren yolcuları arasında anneannemin başkanlığında evimizin çocukları ve gençlerinden oluşan altı kişilik bir gurup da vardı. Böceli istasyonunda karşılanışımız, eşek sırtında Honaz’ın Emir Azizli köyüne gidişimiz, orada içine mısır unu konmuş taze şipitlerle kaşıksız yemek yiyişimiz unutulacak gibi değildir. Elektriği olmayan köyde akan suyun döndürdüğü dolaptan bir dinamo vasıtasıyla elde edilen elektrikle çalışan bir radyo vardı. Öğlen ajansını dinlemek için bütün köylüler bahçeye çıkarılan radyo başında toplanırlardı. Hem doğudan hem batı cephesinden ağır darbeler yiyen Almanya’nın Türkiye’yle uğraşacak hali olmadığı anlaşılınca bir ay kadar sonra İzmir’e geri dönmüştük. 1945 yılı baharında da bir gün babamın yanına gittiğimde Kemeraltı’nın hali görülmeye değerdi. Her tarafta bayraklar asılmış, bütün esnaf dükkânlarının önünde sevinç içindeydiler. Almanya kayıtsız şartsız teslim olmuştu. Sokağımızın sakin ve monoton geçen günleri Ramazan ayıyla beraber hareketlenirdi.
Ramazan ayında hemen herkes oruç tutardı. Mahalleli Ali Ağa Camiini baştan aşağı temizleyip orayı da Ramazan’a hazırlardı. Müezzin Hafız Ahmet Efendi’nin insanın içine nüfuz eden sesiyle “Tanrı uludur, tanrı uludur, tanrıdan başka yoktur tapacak” diyerek başladığı Türkçe ezana Kadifekale’den atılan top sesi karışırdı. Yıllar sonra müezzinimizi sorduğumda 1950’li yılların başında (24 Mart 1951) İzmir Fuarı’nda açılan radyo evinde neyzenlik yaptığını öğrenmiştim. Demek ki o güzel sesin altında engin bir müzik kültürü varmış. Teravih namazı kadın, çoluk çocuk kalabalık bir cemaatle kılınır, gece davul ve mani sesleriyle sahura kalkılırdı. Arife günü herkes evini ve evinin önünü pırıl-pırıl yapardı. Bayram, babalarımızın namaz dönüşüyle başlar, evdeki bayramlaşmayı ziyaretler takip ederdi. Her bayram, bekçi, çöpçü, davulcu, postacı, mutlaka gelir ve harçlıklarını alırlardı. Çocuklar, ancak komşuluk ilişkisi olan evlere el öpmeye giderlerdi. Kendileri eve alınır, hatırları sorulur ve mendil içine konmuş harçlıkları verilirdi. Bizlerde topladığımız paraları bayram yerinde, bazen büyüklerimizin refakatinde fuarda oyuncaklarda ve abur cubur yiyerek tüketir, çoğu kere de midemizi bozup yataklara düşerdik.
Yetişkinlerin ve çocukların monoton günlerini değiştiren en önemli eğlence sinemaydı. Elhamra sineması sokağımıza en fazla beş dakikalık mesafedeydi. On-onbeş dakikada Tan, Asri, Yeni ve Lâle Sinemalarına ulaşılırdı. Elhamra sineması salonuyla bir sanat galerisini andırırdı. Onun sanatsal atmosferine seyirciler de uyar, sinemaya en şık kıyafetleriyle giderlerdi. Sadettin Kaynak’ı arabesk müziğin öncüsü yapan Arab filmleri yanında kovboy, tarzan, kurgu bilim ve komedi filmleri revaçtaydı. Biz çocukların en rahat gittikleri sinema Tan’dı. Kapıda bir çığırtkan “salon balkon ayakta, hususide yer var” diye bas-bas bağırırdı. Kızılderililere karşı mavi üniformalı Amerikan süvarileri savaş alanına girerken sinema alkıştan yıkılırdı. II. Dünya ve Kore Savaşları yanında Amerika’nın savaş sonrası Türkiye’ye destek vermesi, Marşal yardımı, bu hayranlığın nedeni olmalıdır. İzmir Fuarı, yıllarca Amerika- Rusya rekabetine tanıklık etti. 1950’li yılların başlarında, Amerikan pavyonunda bir plâk dağıtıldı. Teyzemin evinde bulunan ve Türkiye’ye yeni-yeni girmeye başlayan bir pikapta dinlediğim plâğın müziği ve sözleri son derece etkiliydi. Müzik, o yılların modası olan tango formatında bestelenmişti: “Amerika. Amerika, Türkler dünya durdukça hep beraberdir seninle hürriyet savaşında.” Bu amansız propagandalardan kurtulup devletlerin gerçek niyetlerini kavrayıncaya kadar –kendim için söylüyorum- epey bir zaman geçmesi gerekti (Tarih ve Nazım Hikmet okumak, Viyetnam’da Amerika’nın çirkin yüzünü görmek gibi). O yıllarda bizim mahallenin en gözde piknik alanı Şirinyer’de koşu alanında bulunan koruluktu. Yerlere kilimler serilir, ağaçlara ipler atılır, güle oynaya bir gün geçirilirdi. Benim en çok hoşuma giden atların koşu pistini çevreleyen tahta çitlere yaklaşıp yarışları seyretmekti. Daha sonraları bu piknik alanlarına Küçük Yamanlar ve özellikle 1950’yılların başında İnciraltı katıldı. Ulaşımı körfez vapurları sayesinde çok kolay olan İnciraltı sahilleri ve plajları o kadar ünlendi ki, Şirinyer unutuldu, gitti. Arada bir bizim de götürüldüğümüz bir eğlence mekânı mahallemize çok yakın olan İsmet Gazino ve Parkı, bugünkü Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi ile Resim ve Heykel Galerisinin olduğu yerdeydi. Buraya yazları gidilir, gazino kısmında değil, kafesli çitlerle ayrılmış çayhane kısmında oturulurdu. Genelde buraya erkenden gelinir, gazinoya yakın bir masa tutularak konser dinlenmeye çalışılırdı.
Yalnız bizim sokağın değil, bütün kentin sabırsızlıkla beklediği İzmir Fuarı’nda 20 Ağustos-20 Eylül tarihleri arasında büyük küçük herkesi memnun eden etkinlikler sergilenirdi. Fuara gidileceği gün, heyecan gündüzden başlar, herkes en güzel giysileriyle yola dökülürdü. Fuarın bence en renkli günü 9 Eylül’de yaşanırdı. Çevre köy ve kasabalardan gelip gündüz kurtuluş törenlerine katılan yerel giysili köylüler, fuarda hoş bir görüntü yaratırlardı.
Büyüklerin yanında, çocukların da kendine özgü bir dünyaları vardı. Ali Ağa Camii ve çevresindeki bütün sokaklar bizimdi. Daha çok cami ile ikinci çıkmaz arasında toplanılır, orada oynanılırdı. Yazın en çok sevdiğimiz yer, her ne kadar arada bir Hafız Ahmet Efendi söylense de kovalasa da şimdiki halinden daha büyük, avlusu ortasında dut, girişin solunda domuz eriği, haziresinde ulu selvi ve çok ekşi nar ağaçları olan camimizdi. Hazirenin güneyindeki istinat duvarının doğu köşesinde, bizim mağara dediğimiz dehliz, heyecan ve cesaret sınama yeriydi. Korkak damgası yememek için dehlizin sonuna kadar gidilmeli ve oradaki küçük bir hücremsi yerde biriken sarı renkli yağlı çamurdan, bir başka deyişle kil denilen topraktan bir miktar alınıp gelinmeliydi. Ellerimizde çıra veya mum mağaraya girilir, zemindeki yer yer su sızdıran ve birikintilere neden olan künklere dikkat edilerek sona ulaşılır ve sarı topraktan alınarak cesaretimiz kanıtlanırdı. Sonraları edindiğim bilgilerin ışığında hücremsi diye nitelediğim yerin bir maksem, yani su dağıtım merkezi, dehlizin de camiye ve çevreye su getiren bir tünel olduğunu düşünüyorum. Aralarında korkmadan oynadığımız mezar taşlarının İzmir’in önde gelen ailelerine ait olduğunu, tarihi bir belge niteliği taşıdığını bilemezdik. Benim bu konuda ilk aydınlanmam 1957 yılına rastlar. Çok verimli bir çağında kaybettiğimiz değerli Hocam Cengiz Orhonlu’yla beraber araştırmaya gittiğimiz Karaca Ahmet Mezarlığında tarih fışkırdığını görmüştüm. Yıllar önce, kitabe dersleri uygulaması çerçevesinde Ali Ağa Camii haziresine götürdüğüm öğrencilerimi bir zamanlar etrafında koşuşup durduğumuz bir taşın önünde topladım ve hep beraber okuyalım dedim. Öğrencilerim, 1878 yılında vefat eden Manisalı merhum Hüseyin kızı Cemile Hanım’ın feryat namesi ile karşı karşıya kaldılar. Cemile Hanım, “domatesin 10, etin 60, ekmeğin, kömürün 20 para olduğunu, aş olarak bamyadan başka bir şey görmediğini, bu haline de şükredip, onüç yıldan beri dört çocukla kocası acımasız Urlalı Mustafa Efendi’ye sabırla tahammül etmekten belinin büküldüğünü, ayak başparmağında mercimek tanesi büyüklüğünde bir şişle 30 yaşında ölüm şarabını içtiğini yana yakıla anlatmakta, kardeşinden ve taşına ibretle bakılmasını istediklerinden bir Fatiha” beklemekteydi. Erkek çocuklar arasında bugün de olduğu gibi en çok futbol oynanırdı. Genellikle, bezlerden yapılmış topların peşinde koşar, çift kale oynardık. Bunun yanında çelikçomak, bir tenekeye taş atılarak oynanan muçu, üçtaş, beştaş, dokuztaş, çember çevirme, topaç, birdirbir, uzuneşek, çatal-matal kaç çatal, saklambaç, camdan, metalden ve killi topraktan yapılmış meşe oyunları çok yaygındı. Camdan olana cambalik veya gazoz, madenden olanına bilye, topraktan olanına diringa dediğimiz meşelerle, appa ve gırgit oynanırdı. Appa’da esas olan, bir daire içindeki, meşeleri dışarı çıkarmak, gırgitte ise bir duvar dibine açılan çukura belli bir mesafeden diringaları tek veya çift olarak sokmaktı. Sokaklardan topladığımız karton sigara paketleri, karamelalardan çıkan devlet başkanı resimleri ve ülke bayrakları da biriktirir, bunları, aşık atarak birbirimizin elinden almaya çalışırdık.
Bahri Baba Parkı, tam anlamıyla enerjimizi boşalttığımız yerdi. Salıncak, elimizle döndürdüğümüz dönme dolap, bir hayli yüksek kaydırak ve tahtıravalli yanında uzun bir barfiks bizi saatlerce oyalayabilirdi. Bazen parkın sınırları aşılır, deniz kenarına İsmet Parkı’na inilirdi. Burada tahta bir iskelenin ayaklarından midye toplayıp, onları paslı bir teneke parçası üzerinde pişirmeye kalkışıp da eve gecikince, bu sefer bir öğün hafifletilmiş yemek yememe cezasına çarptırılırdık. Hafifletilmiş diyorum, bu gibi durumlarda Müzeyyen Hanım teyzemiz, Şayeste Hanım teyzemiz, Şükran Hanım teyzemiz kapı arkasından elimize birer dilim salçalı ekmek tutuşturur, bir daha böyle kabahat yapmamamız için sıkı tenbih ederlerdi.
Mahallemizde çok saydığımız ağabeylerimiz ve ablalarımız vardı. Ablalarımız içinde bir kişi hariç ilkokuldan sonra okuyanı hatırlamıyorum. Erkeklerden okuyanlar vardı. Büyük dayım İnönü Lisesini, küçük dayım Mithat Paşa Erkek Sanat Okulu’nu bitirdiler. Kâzım Erkuş ağabeyimiz (abimiz), dayılarım yuvadan uçtuktan sonra en büyük danışmanımızdı. Derslerde başı sıkışan kapısını çalar, anlamadığı yerleri sorardı. Kâzım Abimiz de ablasının (Prof. Dr. Nuran Hariri) peşinden İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine gitti. Yazları mahallemize geldiği zaman yine bizlerle ilgilenir, okuyacağımız kitapları belirlerdi. Hiç unutmam, 1952 yılında orta üçe geçmiş Milli Kütüphanede Pardayanlar’ı okuyordum. Kâzım abi bu durumdan hiç hoşnut kalmadığını açık bir dille ifade etmişti. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın-Doğum bölümünün saygın bir öğretim üyesi olan Prof. Dr. Kâzım Erkuş (emekli), uzun yıllar sonra da ağabeyliğini yapmaya devam etti.
Mahallemizin kızları genellikle kendi aralarında ip atlarlar, seksek oynarlar ve dansekedanseke kadi- kadi ol, matmazel Güler arkanı dön diyerek dönüp dururlardı. Bazen kızlarla beraber ip atlar ve seksek oynardık. Yağ satarım, yakan top ve saklambaç oyunları genelde beraber oynanırdı. Sokağımızda, kendilerini mahalleliden tecrit etmiş hali vakti yerinde bir ailenin biz akran iki kızı, sokağı ancak anne ve babalarıyla bir yere giderken görürlerdi. Okuyorlar mıydı?, nerede okuyorlardı, bunları hiç birimiz öğrenemedik.Bizim çocuk dünyamızın unutulmayacak anısı 1945 yılında İzmir’de yaşanmış bir kıştır. Hâlâ, İzmir, İzmir olalı böyle bir kış yaşamamıştır diye düşünüyorum. En azından, yetmiş yıldır böyle bir kışın görülmediğini sanıyorum. Bir sabah gözümüzü açıp pencereden baktığımızda inanılmaz görüntüler vardı. Pencereler, kapı eşikleri kar içindeydi (31 Ocak 1945). Hiç unutamadığım iki şey var o günden: Birincisi elektrik tellerinin aşağı yukarı 10 cm çapında karla kaplanmış ve aşağı doğru sarkmış halleriydi. İzmir’de bugüne kadar böyle bir manzara oluşmadı. İkincisi Ali Ağa Camii’nde kalan askerlerin yaptıkları devasa kardan adamdı. Bu kardan adam bir iki gün bizim en büyük eğlencemiz olmuştu. İzmir perişan olmuş, biz her şeyden habersiz, karların içinde yuvarlanıp durmuştuk. Bir de hiç unutmam, pekmezle yapılmış kar helvası yemiştik, üç ayaklı bakır mangalın etrafında.
Sizlerle küçük bir kısmını paylaşmaya çalıştığım 1940’lı yıllara ilişkin bu anılarımı, 845 sokağın ve ikinci çıkmazın o güzel insanlarına ithaf ediyor, saygılar sunuyorum. .
Yorum gönder